Mavi Gözlü Dev

Bir rüyanın gerçekleşmesi için Karadeniz’in birkaç gün sakin olması gerekliydi. Sütbeyaz bir sükût beklenemezdi elbette Karadeniz’den, o doğuştan hırçındı, doğuştan asi… Karadeniz’in kanında horon tepen serdarlık vardı. Ama yine de biraz olsun durgunlaşması fena olmazdı. İşgal altındaki İstanbul’dan yola çıkan yorgun bir gemi mavi gözlü bir umut taşıyordu güvertesinde. Marmara’daki işgalci zırhlılarını görmüş çeliği delip geçen bakışlarını fırlatarak  “Geldikleri gibi giderler!” demişti.

Yorgundu mavi gözlü umut ama azim ve vatan sevgisi tüm yorgunluğunun kapılarına kilit vuruyor, şah damarı bir volkan gibi patlıyordu. Mücadele ruhunu daha önce savaştığı cephelerde test etmişti defalarca. Zırh gibi tunçtan bir yılmaz azim giymişti üstüne, yanıyordu mavi gözleri alev alev, bakışlarını denize çevirse deniz yanıyordu, geceye çevirse karanlık yanıyordu, bir top ateş bulutu şafakta uçuyordu.  

Mavi gözlü dev gözlerini kısarak kartal gibi bakıyordu deliren sulara. Hırçındı hep Karadeniz, o da biliyordu. Küçük ve yorgun Bandırma Vapurunun bu vahşi su darbelerine dayanması pek olası değildi. Ama dayanmak zorundaydı. Mavi gözlü komutanın yanında binlerce yıl öncesinden bir fırtına gibi gelen Dede Korkutun nefesi vardı, Mete Hanın, Kürşat’ın, Alparslan’ın, Fatihin zaferi vardı, Bilge Kağanın, Tonyukuk’un, Kül Tigin’in sözleri bir bengü taş gibi yokluyordu beynini. Milyonlarca yıllık Türk bilgeliğinin ve cesaretinin parlayan şavkında Anadolu’ya bir yetim Mustafa Kemal geliyordu. Daha çocukken kaybetmişti babasını, açlık ve yoksulluk içinde okumuş, onlarca savaşta yer almış, kendisini geliştirmiş, aynı Fatih Sultan Mehmet gibi altı dil biliyordu. Binlerce kitap okumuş, fikir ve düşünce dünyasında şekillenen özgürlük ateşinden bir Anka kuşu gibi yeniden doğacak olan Türk devletinin temelleri kalbinde geliyordu. Sonsuzluğa uzanacak bir efsane doğuyordu mayısın ortasında.    

Dağ, taş, orman, nehirler ve gökyüzü onu bekliyordu, onu bekliyordu yaralı ceylanlar, kanadı kırık kuşlar, yetim ve sahipsizler onu bekliyordu, Anadolu’nun yıllardır unutulmuş insanları, merhamete gebe yarınlar ve göklerde dalgalanmak için ay yıldız onu bekliyordu.

Rum ve Ermeni çetelerinden, pontusçulardan kan ağlayan aziz Türk Milleti onu bekliyordu.

9.Ordu Müfettişi göreviyle geliyordu Samsuna, bir sonsuz ışık olmaya geliyordu. Geceyi ikiye bölen şimşekler, damdan düşer gibi yağan yağmur ve fırtınanın korkunç avuçlarında Bandırma Vapuru, rotasından ayrılmadan yol alıyordu.

İstanbul’u işgal eden İngilizlerin Samsun’daki Türk direnişini sonlandırması görevi verilmişti Mustafa Kemal’e. Samsundaki tespiti ise Rum ve Ermeni çeteleri çıbanın başıydı. Bütün olası ihanetin, kaosun sebebi Rum ve Ermeni çeteleriydi.  

Tespitini İstanbul’a telgraf çekerek bildirecekti:

“Rum ve Ermeni çetelerinin siyasal bir amaca yöneldikleri görülmüştür. Rus işgali başlayınca Ruslardan da destek gören bu siyasi amaçlı ayrılıkçı çete faaliyetleri yurt için daha tehlikeli bir hal almışsa da alınan tedbirlerle amacına ulaşamamıştı. Bölgede faaliyet gösteren İslam çetelerinin kuruluşunda ise hiçbir siyasal amaç tespit edilememiştir. Bununla birlikte mütarekeden sonra Rum çeteleri Pontusçuluk istekleri ile her tarafta taşkınlıklarını arttırmıştır. Pontusçuluk iddiasındaki Rumların çeteleriyle birlikte Samsun’daki Rum komitası ve özellikle Rum Metropoliti Germanos tarafından idare edildiği kesindir.”

Türk Milletine tavsiyesi ise birlik ve beraberlik içinde olunması, güç birliği yapılmasıydı. Haklıydı çünkü. Haklı olduğu davada hiçbir şeyden korkmazdı.

Dört gün sürdü yolculuk, dört gün sonra Samsun’dan bir güneş doğdu ve o güneş sonsuza kadar aydınlatacaktır yurdu.

Samsundan doğan o güneşle yüreğini ısıtanlara selam olsun!