Bir sevdanın tutkulu taraflarında rotasız yüzen acemi bir gemi olduğunu hissettiren birçok neden vardı. Ve üstelik hedefi de belli değildi. Çabasında, iyilikler doldurduğu yüreğinde sevda da belki vardı var olmasına fakat varmak istediği, zorladığı noktalarda aşktan eser dahi yoktu. Anlamamak aslında işine geliyordu. Karanlık bir odada, tahtadan kuru bir sandalyenin üzerinde günlerce bekletilmenin sevgilerden yana evrene yeni cümleler üretmesi imkansız gibi görünüyordu. Bu olsa olsa yalnızlığa mahkum edilenin, tutulan ve sıcaklığı çözülmelerle bir anda azalan ellerinin arkadan bağlanmasına benziyordu. Otobüs camına yasladığını düşündüğü başının bazen bir hastane yatağında ki yastıkta olduğu kararsızlığı tercihlerini her açıdan sorgulatıyordu.
Bir bir ördüğü duvarların boyutu kendi aşacağı sınırları çoktan geçmişti. Artık çevrelenen kendisiydi tüm düşsel yolculuğuyla… Uzaklaşmak istediği ve tam anlam verip kavrayamadığı anların toplamından temiz bir yaşam çıkarması olanaksız gibi görünüyordu. Sıyrılırım diye düşündü bir zaman, çıkar kurtulurum bu karanlıklar girdabından… Fakat olmadı. Kendimi kurtaracak yine kendim dedi bilinci dağılmış, kelimeleri yan yana getirmekte zorlanan araftaki bedenine. Düşse belki de bu düşüş çıkışı doğru bir kapıya olacaktı. Kalsa ne olacağı bilinmez belirsizlikle bitkisel bir düzlemde neye tutunacaktı..! Bir ses beklediği, bir rehber gözlediği kesindi. Biri sesiyle, nefesiyle onu gerçeğe doğru çekmeliydi.
Sanrıları sadece bedenini değil; düşlerini, gülüşlerini ve yüreğinden yana olan düşüncelerini de hapsetmişti. Kendi kendine hapsolmak böyle bir şeydi. Arada duyumsadığı hislerin hayal, işittiği seslerin gaipten olmadığına kendini inandırdığı kadar, tüm bunlara sebep olmaya çalışan sanrılarına karşı durmalıydı. Direnmeliydi..! Tıpkı düşüncelerinin gerçekliğine inancıyla daha önce yaptığı gibi… Direne direne ya sanrılarının karşısında zafer kazanıp bilincini canlandıracak, ya da düşünceleri ütopik bir alemde bir sis bulutu gibi yavaş yavaş kaybolacaktı.
Hafızasının zapt edilmiş alanlarından firar eden tazelikler, uzun uzadıya yatan bedeninden geçmişine dokunuyor, annesinin elinin sıcaklığını hissettiriyor ve yalnızlığın çözümsüz günlerini yıllar gibi yaşatıyordu. Bir sokak aniden tüm yaşamını, yıllarını ve neyi var neyi yoksa her şeyini içine çekmişti. Hayalle karışık derin uykularında annesi elini tutmuş okşuyordu sanki..! Tam o anda bu sokakta yaşadığı her türlü kötülüğü büyük olgunlukla özümsüyor, hiçbir anını doğru bulmadığı davranışlara tepki dahi vermiyordu. Zaten sanrılar hükmünde zihninden çığlıklar beklemek imkansızdı.
O sokaktan geçerken tam sinemanın önünden, Adana’nın o daracık sokağında hayatının şokunu yaşamıştı. Düşüncelerinin ve yaşamının yoldaşı gördüğü, sırdaşı, korkuları aşıp sevdasına koştuğu güzelin yeri ve zamanı önceden belirlenmiş yerde elini elinden çekmesine anlam vermek istemiyordu. Ne oldu Bahar diye sordu..! Baharlar kadar güzeldi, adı sanki Bahardı. Bahar’ın, önlerine çıkıp durduranlara gözleriyle işaret ederek elini bırakıp, alın der gibi onu teslim etmesini hatırladı belirli belirsiz şekilde hafızasında. Elini bırakan, onu kirli ellere ve bakışlara teslim eden güzel kadın o yağmurlu günde denk geldiği kadındı. Ama o yağmurlu gün belki bir temenniydi ve hiç yaşanmamışta olabilirdi. Lakin bu güzelin, hafızasında yer edindiği anlar sadece o günden ibaret değildi.
Otobüs yolculuğuyla başladığını düşündüğü, hastanenin yoğun bakım servisinde başucunda annesinin olduğu bir duruma evrilen bu derin uykudan kalkmalı, meydan okumalıydı her şeye! Yaşama ve yaşatılana… Zira Haydar bunu kabullenecek, öyle kolayca pes edecek biri miydi..!