Neredeyse dört yıl olmuştu kocasını kaybedeli.

Dört uzun yıl yalnızlığı içmişti genç kadın yudum yudum, panzehri olmayan bir zehir gibi…

Ne kadar zor ve ne kadar uzundu yalnızlığın salkım saçak yaşandığı her saat ve hatta her dakika. Soğuk bir kış gecesinde dağ eteklerinde tipiye tutulmuş bir serçenin amansız çırpınışlarını yaşamıştı her kalp atışında çaresizce, biteviye…

Uykusunun pare pare parçalandığı gecelerde sanki duvar üstüne üstüne gelmişti dev adımlarıyla.

Kim bilir kaç gece sabaha kadar kendi kendiyle konuşmuş, korkuyu bir yorgan gibi üzerine giymişti titreyerek. Gözyaşları, masum birer öpücük gibi belki milyon defa yanaklarından ustaca kaymış, dudaklarının kıyıcığında tuzlu bir tat bırakmıştı. Aynı sıklıkta kuru bir toprak üzerinde aksaydı bu gözyaşları, derin yarıklar oluşturur ve hatta ebedi silinmeyecek izler bırakırdı geleceğe, tıpkı önüne gelen her şeyi alıp götüren çamurlu seller gibi…

Dört yıl ve kanlı gözyaşları…

Hayat sahnesinin çöküntü fasılası… Uçurumun kenarında yaşanan bu fasılda, yüzlerce kez albümünü açmış ve her fotoğrafına saatlerce bakmıştı kadın, hatta konuşmuştu onlarla canlıymış gibi, nefes alıp veriyorlarmış gibi…

Kendisinin gençlik fotoğrafları, kocasıyla birlikte çektirdikleri fotoğraflar… Belki de geçmişin yaşanıldığını ispatlayan tek kanıtıydı onlar, elle tutulur tek deliliydi.

Bir de anılar!

Ve hatta özellikle anılar…

Onlar, hiç ama hiç yalnız bırakmamışlardı matemler içindeki kadını. Merhem olmuşlardı yaralarına, sürüldükçe daha da kanatan, acısına milyon acı birden katan.

Hatıralar güneş gibi sıcacıktı. Gerçeğe dönüş olmasa insan bir ömür boyu mesut bir hayat yaşardı onlarla. Zira kaç gece keskin ayazlarda onlara sarılmıştı da uyumuştu. Tatlı hayallerin sonsuz bozkırında yaşamak; peşin almak gibi sükûtu, öpmek gibi nur açan ay ışığında sevgilini dudaklarından, kanatırcasına…

Hayaller ve tatlı anılar; iki sihir, iki sevda… Kol kola girmiş arbede ikliminde insanı, yaşanılan zamandan farklı bir zamana ışınlayan iki gök cismi, iki kanatlı tay. Tay’ın kanatları, uçurtmaların saçları; yüreği, bahar; aşkı, özgürlük; elleri, karanlıkların ciğerini parçalayan cadısüpürgesi…

Anılar ve türkülerimizin, şarkılarımızın göğsüne yuva yapmış hayaller, hayallerimiz; gözümüzü kapayıp içine daldığımız sıcak yatak, yıldızlara kadar uzanana mavi bir duş, Ay saçlı yârimiz…

Yalansa yalan deyin!

Hem tatlı hatıralar, hem de hayaller insanın iki ummanı.

Her iki ummanın da içinde kaybolmuştu kadın.

Bir nisan sabahı karşılaşmıştı kocasıyla; badem ağaçları beyaz çiçeklere bürünmüştü, göçmen kuşlar şarkı söylüyordu semada, kuzular meleşiyor, karlar eriyordu dağ doruklarında. Tabiat ana, beyaz gelinliğini çıkarmış, gökkuşağı renkli elbisesini giyiyordu üzerine. Beli kırılmıştı soğuğun, ısınıyordu yeryüzü…

Onu gördüğü an anlamıştı, rüyalarını süsleyen prensti o. Yıllarca onu beklemişti, her kalp atışı onun içindi,  sadece onun için.

Masallarda olduğu gibi birbirlerini görür görmez sevmişlerdi, damdan düşer gibi öyle, apansız.

Yüreklerindeki bu pırıltılı, alev alev aşkla iki ay içerisinde evlenmişlerdi; nişanla düğün bir arada.

Her şey ne kadar güzeldi, ne kadar erişilmez, ne kadar muhteşem, kusursuz, bir rüya gibi…

İlk üç ay bir şiir gibi geçmişti takvimin her yaprağı, kaygan suda süzülüp uçarcasına giden bedenler gibi. Her dakikası, her saniyesi bir sihir gibi, anlatılamaz. Anlatmak için yeni milyonlarca kelimelerin ortaya çıkarılması gereken anılar silsilesiydi o üç ay.

Hayatına mana veren üç ay. Belki de dünyaya gelme nedeniydi o üç ay. Bu kısacık zaman diliminde bütün saadetleri gizliydi kadının, ondan önceki ve sonraki hayat, hayat değildi. Boştu, anlamsızdı, karanlıktı onlar…

Kocasının, hiçbir sebep yokken, ateşler içinde yanmaya başlaması, terlemesi, sayıklaması aklını başından almıştı kadının. İçine, adını koyamadığı bir huzursuzluk, bir korku yerleşivermişti ansızın.

Küçük odada kadın heyecan içinde dört dönüyor, perdeleri çeken, gün ışığından ürken kocasına kendince çareler bulmaya çalışıyordu. Fakat ne yazık ki hiçbir çare çözüm değildi.

Ve hayatta cehalet kadar kötü bir şey yoktur.

Bir gece yarısı nihayet hastaneye götürüldü adam, birkaç komşu yardımcı oldular. İlk muayenede tespit edildi sorun.

-Ne yazık ki çok geç kalınmış, hem de çok geç, dedi doktor.

Bir sabah işine giderken küçük bir sokak köpeği tarafından ısırılmıştı genç adam. O kadar büyük bir ısırık değildi bu, canı bile fazla yanmamıştı adamın. O nedenle önemsememişti bu ısırığı adam, hafife almıştı olayı. Oysa sağlık asla ihmale gelmezdi; bunu geç anlamıştı, dönüşü olmayan bir yolun hemen sonunda… Artık ok yayadan fırlamıştı bir kere, nedametler, eyvahlar, pişmanlıklar fayda etmez olmuştu.

Çaresizlik ne kadar gaddar ve acımasızdı.

Dipsiz bir kör kuyuydu çaresizlik; öbek öbek gözyaşı örseleyen yüreklere, acımadan, haince…

Çırpına çırpına, bilinçsizce tırnaklarıyla yırtarak derisini, feryatlar içerisinde can vermişti genç adam, bir hastanenin gözlem odasında.

Yazık etmişti kendisine, göz göre göre harcamıştı kendisini… Elbette çaresi vardı kuduzun, fakat aşıyı zamanında olmak gerekliydi. Kendisi gibi eşine de yazık etmişti bu ihmalkârlığı ile adam. Canı kadar sevdiği, nadide gül yaprağı eşi, depremlerin en büyüğünü yaşamış ve genç kadının bütün umutları, mutlulukları temellerinden yıkılıvermişti.

Kahretsin!