Artık çilelere, acılara gebeydi gelecek. Her doğan gün insafsız, merhametsiz yumaklar şırıngalayarak akıyordu yaşama. El değmedik, adı bilinmedik sancılar sıra sıra, kadının kapısının eşiğindeydi bundan sonra. Hayatta her şeyden çok sevdiği bir insanı kaybetmek ölümden de kötüydü.

               Neler neler yaşamamıştı kocasının ölümünden sonra kadın, keder üzerine? Anlatmak istese kelimeler yetmez, anlatmaya başlasa dudakları kurur, boğazı patlar da anlatamazdı hepsini…

               Bir türlü alışamamıştı şu gözü kör olasıca yalnızlığa. Gerçi kim alışabilirdi ki?

               Her gün kanını bir vampir gibi emen, insanın damarlarını kurutan, umutları yakıp kavuran yalnızlığa kim alışabilirdi ki?

               Kocasının ölümünden sonra yarasa hayatı yaşamış, neredeyse hiç gün yüzü görmemişti.

               Hatta intiharı bile düşünmüştü.

               Hiçbir şeyden tat almıyor, her şeyden kaçıyor hatta nefret ediyordu.

               Kaç defa komşuları, ahbapları:

               -Ölenle ölünmez kızım, topla kendini artık.

               -Kendine çekidüzen ver, yeniden başla hayata…

               -Önünde uzun yıllar var daha kızım!

                -Yazık etme kendine, zaten yedin bitirdin kendini.

                -Bir ömür boyu böyle yasla, matemle geçmez ablacığım.

               -Daha gençsin, güzelsin…

                -…

               Bunlara benzer kelimeler, cümleler sarf etmişlerdi ama nafile.

               -Bunları söylemek elbette sizin için kolay, diyordu kadın. Sonra da ekliyordu:

                -Beni anlayabilmeniz için benim yaşadıklarımı yaşamanız lazım, sizlerin de evinizin direği yıkıldığı an Yasemin haklıymış diyeceksiniz.

               Yirmi beşindeydi Yasemin, gencecikti, üstelik çok da güzeldi, ceylan gibi; uzun saçları siyah, gözleri kömür, yanakları al al elma gibi tatlıydı. Endamı, insanın nefesini kesecek kadar kusursuzdu. Fakat içi, küçücük yüreği bütün acıları, kederleri şafaklarında taşıyan bir yelkenliydi sanki. Bu kederler, acılar sevimli yüzünde ince çizgilerden nakışlar dokumuşlardı bile…

               Ama son zamanlarda bir şeyler olmuştu Yasemin’e:

               Özellikle bir kaç aydır çok bariz değişiklikler vardı Yasemin’de:

               Gülmeyen yüzü, güler olmuş; kökünden kesilen umudu, ışkınlar filizlenmişti yeniden, gökyüzüne bir yelpaze gibi uzanan gencecik, ıpıl ıpıl ışkınlar…

               Onu tanıyanlar Yasemin’deki bu farklılığa şaşkınlık içerisinde tanık olmuşlardı.

               Olabilir miydi aniden zıt bir kutba yöneliş?

               Önceden matemleri, acıları bir sevgi sıcaklığında kucaklayan kadın artık şen gülücüklerin, umutların, baharların sevdalısıydı.

               Kocasının ölümünden sonra ilk defa yüzü gülüyor, heyecanlı bir yürekle konu komşuya bir şeyler söylüyor, her önüne gelene “Onu” anlatıyordu. Onu anlatmak Yasemin’e müthiş bir haz veriyor, hayal âleminin içerisinde dalıp gidiyordu ufuklar ötesine.

               Yasemin’in gülmeyen yüzünü bir tek “O” güldürmüştü.

               Bir tek “O”, gül dalında huzuru sere serpe avuçlarına bırakmıştı. Sadece “Ona” alışabilmiş, sadece “Onu” sevmişti çılgınlar gibi…

               Sanki büyülenmiş, efsunlanmıştı Yasemin. Şuh bir bahar akşamı yaşlı bir büyücünün sihirli değneği dokunmuştu kafasına, kör talihine. Ve “Sev!” demişti.

               Seviyordu hem de delicesine.

               Bütün benliğini, ruhundan kopup gelen bütün sevdasını, aşkını yalnızca ona vermişti, cömertçe, mertçe. Bu öyle bir sevda idi ki; ne daha önce yaşanmış, ne de bundan sonra yaşanacaktı. Yasemin’in bu aşkı karşısında, Nil kıyılarındaki yanık ayaklı çöl âşıkları solda sıfır kalırdı.

               Onun ismini duyduğu an akan sular duruyor, asla geçilmez denilen setler inanılmaz kolaylıkta aşılıyordu. Hiç bir şey engel teşkil etmiyordu onun uğruna.

               Seyrederken bütün benliği ile seyrediyor; her karesini, her kelimesin, hatta her harfini hafızasına bir bilgisayar tekerleği gibi kaydediyordu.

               İnanılmaz bir tutkuydu bu.

               Saatini asla kaçırmıyordu. Bir saat kadar öncesinden kuruluyordu koltuğuna ve geçmek bilmeyen zamanın çarkları arasında sabırsızlanıyordu. Yarım saat kaldı, yirmi beş dakika kaldı, on, dokuz, sekiz…

               Belki de Yasemin’i hayata bağlayan tek güçtü “O”!

               Yani Türkiye’de en çok izlenen, yayına giren her bölümüyle izlenme rekorları kıran “Karanfil.” İsimli Türk dizisiydi.

               Yasemin, tiryakisi olmuştu bu dizinin hatta resmen hastası. “Karanfil” isimli diziye can evinden vurulmuştu genç kadın.

               Aslında diziden çok başroldeki aktöre vurgundu Yasemin. Belki de o aktörde kocasından bir şeyler bulmuştu; bir sıcaklık, bir bakış, kim bilir belki de ufacık bir tebessümüydü benzeyen…

               Yaklaşık üç aydır her bölümünü izlemişti dul kadın, kanına şırıngalı bir zehir gibi girmişti bu dizi ve yakışıklı aktör.

               Diziyi seyrederken bazen duygulanıyor ve hatta hüngür hüngür ağlıyor, bazen kahırlanıyor, bazen sitem ediyor, bazen de gülüyordu bütün içtenliği, bütün samimiyetiyle…

               Başroldeki kahraman Volkan Tan bir zafer kazandığında, en az o da kazanmış gibi zafer çığlıkları atıyor, sinirlendiği zaman sinirleniyor, güldüğü zaman gülüyordu… Sanki bütün olayları hücrelerine değin yaşayan kendisiydi, o sihirli kutunun içindeki Volkan Tan’la tek vücut olmuştu.

               Yasemin’i en çok kızdıran, küstüren, ağlatan Volkan Tan’ın, dizideki diğer kadınlara sarılması, onlara sıcacık bakmasıydı. İnanılmaz derecede kıskanıyordu Volkan Tan’ı. Asla başka bir kadına sarılmasını, onlara tatlı sözcükler söylemesini, onları öpmesini istemiyordu. Böyle bir sahne olduğu zaman:

               -Yapma aşkım, oldu mu şimdi?

                -Sakın öpme o pisliği…

               -Hayır, hayır sarılmanı istemiyorum ona.

               -…

               Televizyona karşı bağırıyor, sinirleniyor, deliriyor ve Volkan Tan’a kahırlanıyordu…

               Özellikle Volkan Tan, bir tuzağa düşürüleceği zaman bütün gücüyle haykırıyordu ekrana; amacı haber vermekti Volkan Tan’a, ekranın karşısında, oturduğu yerden. Ve şaşırtıcı bir vakıa oluyor ve sanki aktör, televizyon kutusunun içinden Yasemin’in bu feryatlarını duyuyor, her defasında bu tuzaklardan kurtulmanın bir yolunu buluyordu. Volkan Tan, bu tuzakları başarıyla atlattıktan sonra Yasemin, hop oturup hop kalkıyor, seviniyor, neşeleniyor, kendisini alkış yağmuruna tutuyordu:

                -Elinde bıçağı var, kolla kendini aşkım!

                -Bak sen şu hainin yaptığına, dikkat et Volkan!

               -Sakın! Sakın içme o suyu, içinde zehir var!

               -Ne olursun gitme oraya Volkan’ım, pusu kurdular sana, ne olur gitme!

               -Yanındaki aşkım, yanındaki adam senin düşmanın…

                -…

               Rüyalarına bile giriyordu Volkan Tan; altın kol düğmeli beyaz gömleği, ütülü takım elbisesi, jilet gibi taranmış ıslak jöleli saçları, sıcacık ses tonu:

                -Gel, diyordu. “Hadi yasemin, hadi aşkım, bana gel. Sana bütün benliğimle sarılmak, ellerinden tutmak, seni koklamak istiyorum. Hadi aşkım, gel bana. Hadi, bekliyorum gel!”

               -Geliyorum aşkım, geliyorum Volkan’ım.