Birleşmiş Milletler (BM) tabiri, ilk olarak Franklin D. Roosevelt tarafından II. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkeler için kullanılmıştı. Savaşın ardından kurulan bu yapı, galip devletlerin güvenlik kaygılarını merkeze alan bir sistem üzerine inşa edildi. Bu nedenle BM’nin en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi, mutlak veto hakkına sahip beş daimi üye ile şekillendirildi: Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin. Ancak Çin’in bu konseydeki yeri, uluslararası dengelerin değişimine bağlı olarak zaman içinde büyük bir dönüşüm geçirdi.

Çin, II. Dünya Savaşı’nın galiplerinden biriydi. Kore’nin tamamı Japon işgali altındayken, Kore’yi kurtaran Çin kuvvetleriydi. Tayvan da aynı şekilde Japonya’nın elindeydi ve Çin tarafından geri alındı. Fransa’nın o dönemde bunu yapacak gücü yoktu, ancak Çin’in desteğiyle “temizlik harekâtını” tamamladı. Avrupa, o dönemde de ya topluca karşı çıkıyor ya da topluca destek veriyordu. Çin, savaşın sonunda, doğrudan savaşı kazanan taraflardan biri olarak Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olarak girdi. Ancak, savaş sonrası iç savaşta Çin Komünist Partisi’nin zaferiyle Pekin’de yeni bir rejim kurulduğunda, BM’de Çin’i kimin temsil edeceği tartışma konusu oldu.

ABD’nin Soğuk Savaş stratejisi gereği BM’de Çin’i temsil eden taraf, milliyetçi yönetim oldu ve Tayvan bu statüsünü yıllarca korudu. Ancak dünya siyasetindeki dengeler değişiyordu. Vietnam Savaşı’nın başlangıcında(1955) Çin-Sovyet ilişkilerinin düzeleceği düşünülse de, farklı stratejik öncelikler nedeniyle ilişkiler daha da kötüleşti. Çin ve Sovyetler arasındaki ayrışma, dünya siyasetinde çok kutupluluğun güçlenmesine neden oldu. 1971’e gelindiğinde, uluslararası sistem Pekin yönetiminin BM’de temsil edilmesi gerektiği yönünde bir eğilim göstermeye başladı. 25 Ekim 1971’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucunda Çin Halk Cumhuriyeti, BM’de Çin’in tek meşru temsilcisi olarak kabul edildi ve Güvenlik Konseyi’ndeki daimi koltuğu resmen devraldı.

Bu kararın hemen ardından, dünya ekonomisini altüst eden 1973 petrol krizi patlak verdi. Arap-İsrail Savaşı’nın (Yom Kippur Savaşı) ardından OPEC ülkeleri (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü), ABD’nin İsrail’e verdiği desteğe misilleme olarak petrol ambargosu uygulamaya başladı. Arap OPEC üyeleri, ABD’nin yanı sıra Hollanda, Portekiz ve Güney Afrika gibi İsrail’i destekleyen ülkelere de petrol ihracatını durdurdu. Petrol, sanayinin temel hammaddesi olduğu için fiyatlardaki sert yükseliş Avrupa ekonomilerini ciddi biçimde sarstı.

Ancak bu krizden etkilenmeyen bir ülke vardı: Çin. OPEC ambargosu Çin’e uygulanmadığı için Avrupalı şirketler hızla üretim tesislerini Çin’e taşıma kararı aldı. Bu karar yalnızca enerji krizine karşı bir çözüm değildi; aynı zamanda Batılı ülkeler için stratejik bir fırsattı. O dönemde Çin, dünyanın en ucuz iş gücüne sahip ülkelerinden biriydi. Avrupa’nın yaşadığı ekonomik darboğaz, ucuz üretim maliyetleri arayışını hızlandırdı ve Çin, sanayi üretiminin yeni merkezi olmaya başladı.

1971’de BM’de alınan karar, Çin’in uluslararası siyasetteki meşruiyetini tescillerken, 1973 petrol krizi Pekin yönetiminin küresel ekonomik sistemin merkezine yerleşmesinin önünü açtı. Çin, sadece diplomatik olarak değil, ekonomik olarak da yükselmeye başladı. Bugün BM Güvenlik Konseyi’ndeki konumu, ekonomik ve diplomatik gücüyle birleşerek uluslararası sistemin en etkili unsurlarından biri haline gelmesini sağladı. Küresel siyasi dönüşümlerin, ekonomik krizlerin ve uluslararası güç dengelerinin nasıl iç içe geçtiğini anlamak için Çin’in BM’deki yükselişine ve petrol kriziyle kazandığı ekonomik ivmeye bakmak yeterli.

Son yıllarda, Japonya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde reforma gidilmesi yönündeki çağrıları dikkat çekici şekilde arttı. Tokyo, özellikle Güvenlik Konseyi’nde yeni daimi üyelikler oluşturulmasını savunuyor ve bu süreçte aktif rol almayı hedefliyor. Ancak, Çin ve Japonya arasındaki gerilimin giderek hissedildiği bir dönemde, Pekin yönetiminin böyle bir reforma onay verip vermeyeceği hala büyük bir soru işareti. Çin, küresel gücünü pekiştirdiği bir düzende kendi avantajlarını koruyacak mı, yoksa değişime açık bir tavır mı sergileyecek? Bugünün uluslararası dengeleri, bu sorunun yanıtını belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacak…