Her birimizin farklı farklı hayat hikâyeleri, karakter yapıları, meslekleri, buna bağlı gelişen gelir durumları vardır. Her ne kadar çevremize ve birbirimize farklı pencerelerden baksak da; elementlerin oranları sübjektif olmasına rağmen temelde hayat boyunca benzer etkinlikleri yaparak yaşlanıyoruz. Günümüzün büyük bir oranı ya bir meslek sahibi olmak için verdiğimiz emeklerle ya da edindiğimiz iş alanında döktüğümüz alın terleri ile süsleniyor. Yaşam boyunca gerçekleştireceğimiz yeme içme, aile kurma yani üreme ve hayatta kalma için gerekli olan şeyleri alma amacıyla bu zaman aralığını kullanmamız hem fıtratımızın bize yapmamızı emretmesi hem de kapitalizmin hayatın her alanına inmesi ile bir zaruriyet. Bu noktaya kadar yaptığımız çoğu şeyin sebebi ve amacı gördüğünüz gibi ortak. Peki bizi birbirimizden ayıran şey ne?

*****

Evet, tahmin edeceğiniz üzere bu şeylerden geriye kalan zamanda neler yaptığımız.

Kimimiz kendini internetin, video oyunlarının ya da sosyal medyanın derin sularına bırakıp dopamin banyosu yapıyor.  Kimimiz ek kazanç için bir yerlerde para kazanmaya devam ediyor. Kimimiz ise sihirli bir değnek gelip hayatlarına dokunur ve belki bir şeyler değişir diye beklemeye devam ediyorlar.
Bazı kimselerde var ki huzuru ne parada ne de dopamin banyosunda arıyorlar. Onlar dünyayı okunmayı ve anlaşılmayı bekleyen birer ayet gibi görüyorlar. Onlar için güneş sadece yeryüzünü ısıtmıyor, yürekleri de en derin noktalarına kadar sımsıcak ediyor. Ya da yağmur sadece toprağı nemlendirmek için yağmıyor, onun yağışında keşfedilmeyi bekleyen sayısız anlamlar var. O bireyler için madde sadece maneviyata giden bir köprü görevi görüyor. Doğadaki her elementin var olmasının bir amacı var. O bireyler ki görülenin ötesini görmeyi başarabilmişlerdir. Yürekleri sadece vücutlarına kan pompalamak için çalışmamaktadır; aynı zamanda ruhlarına sevgi, huzur ve şefkat de pompalamaktadır.

Gezmeyi, keşfetmeyi, kendine değer vermeyi seven insanlardan bahsediyorum. Kendilerini bir kafese kilitleyip ekranlardan ya da dar pencerelerinden çevresini ve evreni çaresizce anlamaya çalışanlardan değil. Maddi, manevi ya da asılsız bir sürü bahane sayılabilir; lakin hiçbir engel zihinlerdeki kelepçeler kadar güçlü değildir. Biz kendimize değer verdiğimiz ölçüde değerliyiz, biz kendimize değer verdiğimiz ve çabaladığımız ölçüde değerliyiz... O, bu, şu yaparken biz neden yapamayalım? Neden attığımız adımları birazcık daha seyrek atarak şimdinin ötesine gidemeyelim?  Ya da neden monoton hayatımızı zaman, mekân ve kişiler üçlemesinden sadece birini değiştirerek biraz daha yaşamaya değer kılmayalım.

*****
Yatırım amacı gütmeden köşeye atılan birikimlerin, lüksün ötesinde gereksiz diye niteleyeceğimiz eşyaların ya da geçici heves ve zevkler için akıtılan onca paranın bizim bireysel ve ruhsal doyumumuza katkısı en fazla ne ölçüde olabilir? Elbette herkesin kendi emeği ve özgür iradesi lakin biraz olsun ne yapıp ne ettiğimizi ve bunun karşılığında ne kazandığımızı biraz olsun sorgulamak gerekmez mi?
Şu ana kadar gördüğüm ve edindiğim tecrübeler üzerinden konuşmak gerekirse toplumun büyük bir kısmı parayı artık bir araç değil amaç olarak görüyorlar. Elbette zaruri ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanan insanlar var bunlardan bahsetmiyorum. Benim hedef kitlem ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kenara belli bir miktar ayırabilenler. Geçen haftaki yazımda bahsettiğim ülkemizi saran buhranın da etkisinin olduğunu düşündüğüm bu ‘gereğinden fazla tasarruf’ olgusu, bireyleri kendisi için değil patronu yahut şirketi için çalışan robotlar haline getiriyor.
Bir çekirdek aile düşünelim. Ebeveynler sadece hayati ihtiyaçlarını karşılayarak kendilerini çalıştıkları iş için dinç tutuyorlar. Diğer yandan çocuklar ise ileride çalışacakları iş için hazırlanıyorlar. Ailede artan para ise kenara koyulup hiçbir işe yaramıyor. Kısacası giderek robotlaşıyoruz. Eğlenmeyi kendimize ve çevremize lüks görüyoruz. Herhangi bir tatil beldesine seyahat etmeyi bir kenara bırakalım kafa dağıtmak için gidilen bir kafe bile toplumun çoğu kesimi tarafından lüks olarak algılanıyor.

*****
‘’Yeni bir ayakkabıya ne gerek var diktir giy işte onu.’’ , ‘’Dışarıda yemek mi yenir evde var işte’’ , ‘’Sinema ne yahu telefondan izlersin bekle biraz.’’ , ‘’Boşa masraf bunu alsan ne olacak ki’’…

Bunlar gibi sayısız cümle ile sürekli kendimizi kısıtlıyor ve hayatımızı giderek manasızlaştırıyoruz.

Belki maddi olarak fakir olmasak da kendimizi bu tarz dogmalarla kısıtlayarak giderek ruhsal manada fakirleşiyoruz. Kendimizi mutlu etmenin lüks değil, hayatın doğal ve bir o kadar da zaruri bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bir pazar sabahı termosa biraz çay koyup çevrenin güzel mesire alanlarından birine gidip biraz soluklanmak, bir akşamüstü sinemaya gidip ailecek zaman geçirmek, bir restorana gidip yeni bir yemek deneyimlemek ya da bir yaz tatili yeni bir şehir keşfetmek kimsenin alım gücünü inanılmaz ölçüde düşürmez diye düşünüyorum. Kafamızda büyüttüğümüz engeller aslında öylesine küçük çakıl taşları ki…

Kendimizi, kendimizi mutlu etmekten alıkoymak kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük olmalı.

Ne gelecek ay ne de yarın bu anlamsız hayata bir nokta koymak için doğru an. Bir şeyler yapmak gerekiyorsa şu an adım atmanın tam da zamanı. Unutmayın, kendinize değer verdiğiniz ölçüde değerlisiniz.