Kısa bir süre önce İstanbul'u ziyaret etme şansı buldum.
Dizilerden, filmlerden ve kitaplardan aşina olduğum şehri canlı canlı görme fırsatı edindim.
Lakin ne 2000'li yıllardaki huzur verici görüntüsünden eser vardı, ne de kitaplarda anlatılan sakinliğinden. Her adım atışta kulakta değişik renklerde yansımalar yaratan farklı diller, farklı lehçeler, farklı simalar...
Asırlardır bahsedilen bir rüyadır İstanbul'un dünyanın başkenti olması. Evet olmuş. Ama İstanbul'dan geriye bir şey kalmamış.
Kız Kulesi, Galata kulesi gibi bilindik turistik durakların restorasyon çalışması adı altında yalınlaştırılması ve niteliksizleştirilmesi halkı tutunacak tek dalı olan geçmişinden vahşice koparıyor.
Şehir adeta bir kapitalist pazarı olmuş durumda. Çevreniz adeta sizi para harcamaya yönlendirmek için dizayn edilmiş. Daha şehre adım atar atmaz başlayan fuzuli harcamaların ardı arkası kesilmiyor.
Lakin, bu alışveriş tutkusu sizin o ürünü almayı ne kadar istediğinizle değil Türk lirasının değeri ile sınırlı.
Çeşitli tatlılar, hediyelik eşyalar, kıyafetler satan küçük dükkanlar; turistik mekanlara ve boğaza yakın yerlere konuşlanmış restoranlar hatta sokak satıcıları bile artık turistlerin cebinden ne koparabilirim derdine düşmüşler.
Çin'den neredeyse hiç pahasına ithal edilmiş irili ufaklı plastikler bile cebinden lirayla dolaşan insanların hevesini kıracak fiyatlara satılmakta.
Gayet aşikardır ki Türk milleti artık toplumsal bilincini kaybetmiş ve dünyanın cumartesi pazarı olmuş halde.
Halkın refahı göz ardı edilmiş, bireyselleşme hat safhaya ulaşmış ve sorunun büyüklüğü Rumeli Hisarı'nı bile aşmış durumda.
Belki de Kahramanmaraş depremlerini en güçlü şekilde hissetmiş olduğumdandır ki; sürekli içimde bir tedirginlik ile gezdim İstanbul'u.
Sayısız katlara sahip gökdelenler, olası bir depremde her eve girilmesi haftaları hatta ayları bulabilecek tıkış tıkış kaçak katlarla ve dairelerle dolu mahalleler , ya bir AVM ile ya da kaçak yapılarla işgal edilmiş toplanma alanları, İstanbul için son bir kaç defa çalmakta olan kıyamet zillerinin bizi ne denli acı bir tablo adına uyarmakta olduğunu göstermekte.
Kimi gözler korku ile kimi gözler merakla, kimi gözler hüzün ile İstanbul'u keşfetmekte iken bazı gözler ise hasretle uzaklara dalmakta.
İstanbul'un yerlileri; artan nüfus yoğunluğu, suç oranları ve kimliksizliğe rağmen Boğaz sayesinde biraz olsun geçmişe dönük hasretlerini dindiriyorlar.
Boğaz kıyısından itibaren yedi tepesine kadar yükselen İstanbul'un çehresini süslemekte olan betonarme yapılara her geçen gün yeni bir tanesi eklense de boğazın bilindik doygun mavisi her zamanki gibi Avrupa ile Asya arasından mağrur mağrur süzülmekte.
Üsküdar sahili boyunca balık avlamakta olan büyüklü küçüklü kutularını avları ile doldurmuş huzur avcısı yüzler belki de geçmişten hediye geriye kalan birkaç aktiviteden biri olan bu aktivite ile eski İstanbul'a bir hasret busesi göndermekteler. Martılara simit atarken dahi düşünecek seviyeye gelsek de böylesine büyük bir hazinemiz olduğu için çok şanslıyız. Her bir adımı tarih kokan, sarayları konakları köşkleri ile bir geleneği yaşatan ve sadece Asya ile Avrupa arasında değil geçmişle gelecek arasında da bir köprü olan İstanbul; bize eşsiz güzelliği ile mutluluğu yaşatsa da, bu güzelliğin her gün biraz daha yitmekte olduğunu söylemekte ve bir yardım eli için yalvarmaktadır. Bu noktada bize düşen sorumluluk belki de Fatih Sultan Mehmet'inkinden bile çok çok fazla.
Çünkü önümüzde yıkılmayı bekleyen surlar değil, fikir yapıları var. Bu fikirleri revize etmek içinse şahi topları kullanamayız. Orijinal fikirlere, akılcı ve yapıcı görüşlere ve rasyonalist çözümlere ihtiyacımız var.
Kısacası düşünmeye…