Değişimin üzerine söz vererek mücadele edeceklerini söyleyenler, örselenmişlikleri örteceklerini, el uzatıp düşenleri kaldıracaklarını sandılar. Kırgınlıkları gidereceklerini, her şeye rağmen sol yanını dinç tutmaya gayret edenlerin kısılmış seslerine ses vereceklerini… Sadece sandılar… Bir tas çorbayı yer sofrasında içmeden, sacda pişmiş ekmeği bölüp yemeden, gözlerdeki çaresizliği bilmeden ve hissetmeden, kendilerinin de inandığı kaçınılmaz bir yalanın içindeydiler.  Fiiliyatta hareketsizlik üzerine konumlandırılmış yaşamları, sözlerde gayet başarılara imza atıyordu. Lakin dört bir yandan alınmış sözler kulağa hoş gelse de durağanlıktan öte gitmiyor, gözlerdeki yaşı silmiyordu.

Oysa ki sözden ötede bir yerlerde tenlere, ruhlara dokunmak gerekti. Dinlemek, dertleşmek, onca yükü sırtına almış çaresiz hissedenlerin gözlerine bakarak dertlere ortak olmak gerekti. Anlatılanlardan, titreyen ses tonlarından, boncuk boncuk dökülen gözyaşlarından tüyler diken diken olmalıydı. Ruhunu günlük koşuşturmacaların rant alanlarında düşürmüş olanlardan, laf kalabalığı yaparak günü kurtaranlardan bunu beklemek, pekte gerçekçi bir yaklaşım olmazdı. Olmayacağını bilerek, olacakmış gibi beklentiye girmekte farklı bir durumdu. Yavan kalmış umut yoksunu bir beklentinin sonu genelde hüsrandı...

Ezilenlerin, emeği sömürülenlerin ekmeği hep umut olmuştu. Umutsuz ve zorlu ve sancılı ve hatta biraz acılı bir yaşamın; ne aydınlıklar içinde bir tadı, ne karanlıklara karşı bir mücadelede adı olamazdı.

Sadece söylemlerden ötede bir durağa erişemeyen, bu popülizmin cafcaflı taraflarının ardında bulunan vaatler üzerine yemin içenler olmuştu. Gerçi onlar halkçı bir bakış açısının ve yaşamının savunucuları gibi görünseler de, her şey üzerine yemin içerek sözlerini kabul ettirme telaşındaydılar. Yüzlerinde, samimiyetten çok alaycı bir gülme hali çakılı kalmıştı. Doğuştan mı yoksa sonradan mı olmuştu bilinmez ama bünyelerinde eğreti durmuyor, kişiliklerine pekte yakışıyordu.

Sokak sokak adımlarken kentin alanlarını, her bir adım; kent ve dünya düzeni adına dillendirdikleri yanlışların, hataların bu adımları atanlar tarafından yapılmayacağının teminatına atılıyordu. Emek demek ekmek demekti. Yılların mücadelesinde düşünsel karşıtlığımıza sahip olanlar emeğe dokunabilirdi lakin alın terini döküp, işinde gücünde olan emekçilerin emeğine, emek diye meydanlarda yürüyenler dokunmamalıydı. 

Şimdi durup geriye dönerek ve geçmişten edinilen olumsuz tecrübelerin, yaptıkları hataların ders niteliğinde bir düze çıkaracağından yana şüphelerim kaybolmadı. Bugüne kadar sadece söz üzerine kent ve insan yönetiminin mümkünatı da hiç olmadı.

Kent yönetmek; organik bir bütünü tüm olumsuz dış etkenlerden koruyarak, uygun yol ve yöntemlerle büyütüp geliştirmeye benzer. Organik bütün içindeki işleyiş ancak bu şekilde sağlıklı olarak devam edebilir. Aksi halde işleyiş aksar ve gelişme yerine sorunlar artar. Artan sorunlarla zaman durmaz ilerler ama her gününde mutsuzluk veren çözümsüz bir noktaya doğru gider. Kentler mutluluk vermelidir...

Kent mutluluk vermeliydi

Nakış nakış göze girmeliydi

Güzelliği büyülemeli

Kendini özletmeyi bilmeliydi...

Kent mutluluk vermeliydi

Özellikle de emekçilere..!