Bir ülkenin başka bir ülkeye “vergi” uygulaması, ilk etapta sadece bir ekonomik tercih gibi görünse de, perde arkasında çoğu zaman tarihsel rekabetler, jeopolitik güç mücadeleleri ve ekonomik hegemonya savaşları yatar. Günümüzde ABD'nin Çin'e, Avrupa Birliği gibi birçok ülkeye uygulamaya başladığı yeni vergi politikaları da yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik mesajlar içermektedir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’ın son kararnamesiyle birlikte %10’luk temel ithalat vergisiyle başlayan yeni dönem, “en kötü ticaret suçluları” ilan edilen 60 ülkeye yönelik özel tarifelerle daha da sertleşmiştir. Bu kapsamda 9 Nisan itibarıyla yürürlüğe girecek yeni oranların bir kısmı şöyledir:

-Avrupa Birliği: %20

-Vietnam: %46

-Tayland: %36

-Japonya: %24

-Kamboçya: %49

-Güney Afrika: %30

-Tayvan: %32

Trump’ın bu hamlesi, ABD ekonomisinin güçlendirilmesi hedefiyle açıklansa da, altında çok daha stratejik bir okuma gerektiren dinamikler yatıyor. Çin’e %54 gibi rekor bir oranla uygulanan gümrük vergisi, yalnızca ticaret dengesini sağlamak için değil; aynı zamanda Çin’in küresel ekonomik yükselişine set çekmek adına atılmış bir adım. Peki, Çin neden bu kadar büyük bir hedef?

Aslında bu hikâye, Sovyetler Birliği dönemine kadar uzanıyor. ABD ile Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş, sadece bir nükleer caydırıcılık mücadelesi değil, aynı zamanda ekonomik bir savaştı. Sovyetler ile girişilen bu mücadele sırasında, küresel güç dengesi içerisinde yeni bir oyuncuya ihtiyaç duyuluyordu ve tarih bu boşluğu Çin’e verdi.

Peki, bugün ne değişti? Sovyetler Birliği artık yıkıldı. Evet, bugün Rusya hâlâ güçlü bir aktör; ancak artık bir “düşman” mı? Ukrayna savaşıyla birlikte hem ekonomik hem de askerî anlamda büyük bir mücadele içerisinde olan Rusya'nın öncelikleri değişmiş durumda. Üstelik yalnızca Ukrayna değil; Suriye de uzun süre aktif rol oynayan bir Rusya’dan söz ediyoruz. Tüm bu gelişmeler ve diplomatik iletişim kanallarının açık tutulduğu bir ortamda, Rusya’nın mutlak düşman olarak ilan edilmesi ne derece gerçekçi?

Çin’in 1971’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne kabul edilmesi, 1973 Yom Kippur Savaşı sonrası Avrupa’daki üretim tesislerinin Çin’e taşınması gibi önemli gelişmeler, bu ülkenin yükselişini hızlandırmıştır. Bugün Çin, yalnızca bir üretim devi değil; aynı zamanda teknolojik, diplomatik ve ekonomik anlamda güçlü bir aktöre dönüşmüştür.

ABD, bu yükselişi durdurmak adına uzun süredir çeşitli politikalar izliyor. Trump’ın son uygulamaya koyduğu yüksek tarifeler, hem Çin’deki Amerikan yatırımcılarını ülkeye geri çekmeyi hem de küresel tedarik zincirini yeniden şekillendirmeyi hedefliyor. Lesotho gibi küçük Afrika ülkeleri örneğinde olduğu gibi, uygulanan vergilerde hedef çoğu zaman görünürdeki ülke değil, onun arkasındaki yatırımcı oluyor. Aslında Çinli sermayenin, Lesotho gibi ülkelerde bile vergi kalkanıyla korunmasına artık müsaade edilmiyor.

Avrupa cephesi ise başlı başına bir tartışma konusu. ABD’nin Avrupa Birliği'ni “ticari düşman” olarak tanımlaması ve %20 oranında vergi uygulaması, ilişkileri oldukça gergin bir zemine taşıdı. Oysa Avrupa, birçok açıdan küresel ekonominin en sağlam sermaye havuzlarından biri. Belki de bu nedenle Avrupa’nın birlikte hareket etme iradesi her zamankinden daha güçlü. Ortak üretim modelleri, dijital dönüşüm fonları ve enerji odaklı iş birlikleri, Avrupa'nın dış baskılar karşısında merkezkaç değil, merkezcil bir yaklaşım sergilediğini gösteriyor.

Avrupa için bu vergilere karşı çözüm üretmek mümkün. Böyle bir dönemde Avrupa’nın kendi içinde oluşturacağı serbest bölge ya da bölgeler, hem ABD’nin yüksek vergilerinden kaçınmak isteyen yatırımcılar için cazip alanlar yaratabilir hem de Avrupa'nın kendi sermaye gücünü etkinleştirmesini sağlayabilir. Tıpkı 2000’lerin başında Makedonya’nın dünya ticaretine serbest bölge olarak açılması gibi… O dönemde alınan bu karar, yalnızca Balkanlar'da değil, Avrupa'nın doğusunda da yeni bir ekonomik dinamizm yaratmıştı.

Bugün Çin artık yalnızca “ucuz iş gücüyle” anılmıyor; yükselen maliyetleri, teknolojik yatırımları ve inovatif üretim kapasitesiyle küresel ekonomide bambaşka bir konuma yerleşmiş durumda. ABD’nin bu yükselişi dizginlemek adına attığı adımlar, yalnızca Çin’i değil, onunla doğrudan ya da dolaylı olarak etkileşimde olan tüm bölgeleri etkileme potansiyeline sahip. Uygulanan vergilerin şu anda belirli bir üst sınırı var gibi görünse de, diğer ülkelerin karşı hamleleri bu sınırları öngörülemez hâle getirebilir. Çünkü Trump, bu politikaların olumsuz etkilerine rağmen uygulamada kararlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Peki, bundan sonra ne olacak?